30.5.08

küçük karınca ve büyük düşleri

evin dış kapısı, doğrudan salona açılıyor, ki bu da evin tasarımıyla çok fazla vakit harcanmadığını ortaya koyuyor. salonda göze ilk çarpan şey, ortasındaki meşe ağacından yapılmış ve evin tüm sakinlerinden daha yaşlı olduğu ilk bakışta anlaşılan kocaman bir masa. onun altında yüzlerce karınca, öğle yemeğinde yere düşen ekmek kırıntılarını toplamak için birbirleriyle yarışıyor ve hikayemiz de işte tam burada başlıyor.

karıncaların biri, yerden aldığı küçük bir ekmek parçasını somurta somurta yuvasına doğru taşırken, biz de onun peşinden gidiyoruz.

küçük karıncamız, küçücük bir dolaptan insanın hayal bile edemeyeceği küçüklükte defter ve kalemini çıkarmaya başlarken onu bir insan görseydi; gördüğü şeyin gerçek olduğuna inanamaz, rüya gördüğünü düşünüp kendisini çimdikler, rüya olmadığını anlayınca düşüp bayılır, uyandıktan sonra da ya delirir, ya da karıncaların bu nanoteknoloji ürünlerini nasıl elde ettikleri hakkında derin düşüncelere dalardı. bütün bunlar olurken, karıncamız yazdıklarıyla karınca nobel edebiyat ödülü'nü alabilirdi. karıncalar çalışkan hayvanlardı.

bu arada küçük karınca, yazmaya başlıyor:

"sevgili günlük,

bugün yine her günkü gibi büyük masanın altına, ekmek kırıntısı toplamaya gittim. yine her gün olduğu gibi, benimle birlikte bir sürü karınca ekmek kırıntısı toplamaya çalışıyordu. iğrenç bir şey bu. nereden bakarsan bak iğrenç. birbirini itip kakanlar, bir parça ekmek için kavga edenler, gürültü, patırtı... ama bu hiçbir şey değil, ya ekmek bulamazsam n'olacak? sabahtan akşama kadar ağzıma koyacak bir lokma ekmek bulamadığım günleri biliyorum ben. böyle yaşamak zoruma gidiyor. daha kolay bir yolu olması lazım.

bazen düşünüyorum da, tüm bu ekmekler bize masanın üstünden düşmüyor mu? o masanın tepesine çıkarsam, tüm bu kırıntıların kaynağına ulaşamaz mıyım? kocaman bir ekmek kırıntısı makinesi... kimbilir nasıl bir şeydir? sanırım bunu denemem lazım."

bunları yazıp defterle kalemi dolabına koyduktan sonra, düşüncesi bile insanı delirtebilecek küçüklük ve karmaşıklıktaki televizyonunu açıyor ve izlemeye koyuluyor. gecenin gelip çatmasını ve evdeki insanların uykuya dalmasını iple çekiyor. zaman geçmek bilmiyor, küçük karıncaya gece hiç olmayacakmış gibi geliyor.

derken gece oluyor ve karıncamız yuvasında şiddetli ve söndürülmesi güç bir yangın çıkmışçasına kendisini dışarı atıyor. evin tüm ışıkları sönük, gözünü uyku tutmadığı için kitap okuyan birkaç karıncanın masa lambasını ve küçük karıncamızın el fenerini saymazsak. kahramanımız kendisinden beklenmeyecek bir çabuklukla atıyor adımlarını ve birkaç dakika içerisinde masanın yanında buluyor kendisini. masanın ayaklarından birini seçip yukarı doğru tırmanmaya başlıyor.

son adımını atıp masanın yüzeyine vardığında duyduğu heyecan, küçük bedenine sığamayacak kadar fazla.

küçük bedeninden büyük olan tek şey, heyecanı değil oysaki. kendisinin o an hesaplayamayacağı katı kadar büyük bir ekmek dilimi, tam karşısında duruyor. ekmeğe doğru koşar adım giderken, masanın kayganlığının farkına varıyor. masaya su dökülmüş. burası tam bir cennet. acaba inip diğer arkadaşlarına haber mi verse? şimdi kim uğraşacak, yarın söyler. iyi böyle. [hüüüp] su da güzelmiş... uff... uykusu var biraz...

* * * * *


güneşin ilk ışıkları pencereden içeri doğru girerken, yaşlı bir kadın yatağından kalktı. beş yıldır aralıksız uyuyormuş gibi uyuşuk ve öncesinde on yıldır uyumamış gibi yorgundu. banyoya gitti ve yüzünü yıkadı. ardından mutfağa gidip çayı demledi. bunun gibi şeyler yaptı. neden sonra masayı silmek aklına geldi ve aklına gelen şeyi yapmak üzere bezi masanın üstünden aldı. ekmek dilimini poşete koydu ve onu orada unuttukları için içinden çocuklarına kızdı. bir taş kadar sertti ekmek.

masaya dökülen su yüzünden daha da fazla sinirlendi, içten içe. suyun içinde bir karınca vardı, batmış bir şekilde hareketsizce duruyordu. boğulmuştu.

bezi masanın üzerinde bir güzel gezdirirken, öğlen için ne yemek yapması gerektiğini düşünüyordu.

şans

tek istediğim birazcık şanstı! ve tek yaptığım, beceriksizliğimi şanssızlığa vurmaktı!

yokuş aşağı bir sokaktı ve insana inerken uçurumdan aşağı düşüyormuş hissi verecek kadar da eğimliydi... ve belki de sokak aslında yokuş yukarıydı ve asla emin olamazdınız. sokağı inerken bunların hiçbirini düşünmedim, o sırada şanssızlığıma sövmekle meşguldüm. bir insan şanssız olduğunu düşünüyorsa ya gerçekten de şanssızdır, ya şanssızlık olarak gördüğü durumun aslında gayet normal olduğunu görmezden gelecek kadar yüzsüzdür, ya da kendisini şanssız olduğuna inandıracak kadar beceriksiz. ben sonuncusuydum ve işin kötü yanı, bunun tamamıyla farkındaydım. sadece kendimle yüzleşmekten korkuyordum ve bunu biraz daha ertelemeye karar vermiştim. neye yarayacaksa.

sokağın sonundaki (ya da başındaki, bakış açısı meselesi) bakkaldan bir şişe su aldım ve şişenin soğukluğu içimin ürpertti ve bu da kendime duyduğum güvenin son kırıntılarının da bilmediğim bir yere seyahate çıkmasına neden oldu. bakkaldan çıkıp birkaç adım ilerledim, durdum, bir an için neden orada olduğumu düşündüm ve mantıklı bir cevap bulamayınca da omuz silkip şişeyi açtım. şişenin içindekinin su değil de buz olduğununun farkına vardığımda ise az önce seyahate çıkmayı reddeden birkaç güven kırıntım da ardına bakmadan kaçıp gitti ve şişenin içinde aradığım su damlalarının gözlerimden aşağı doğru akmaya başladığını fark ettim. şaşkındım, çünkü ağlamayı aklımdan bile geçirmemiştim ve aslında o kadar da hüzünlenmemiştim. en azından hüzünlenmediğimi sanıyordum. peki bu ıslaklık da neyin nesiydi?

garuda aşkına! tarihin ikarus'tan bu yana gökyüzüne en yakışmayan kanatlı canlısı tarafından hedef alınmıştım ve bunun sonucunda da her tarafım ürik asitle ıslatılmıştı. hayvan canından bezmişti ve kafasındaki tüyler kendisine saatlerce sürmüş çılgın bir partiden çıktığı izlenimini veriyordu, gözleri ise kapanmak için can atıyordu. kısacası, görünüşe göre son günlerini yaşıyordu ve belki de üzerime sıçmadan bu dünyadan gitmek istememişti. ama yoo, bunun beceriksizlikle uzaktan yakından ilgisi yoktu, bu düpedüz şanssızlıktı. belki de aksi türlü yorumlayıp bir piyango bileti almayı düşünmeliydim.

güneşin ışıkları üzerimdeki lekeleri kurutmadan önce bakkala geri dönüp aldığım peçeteyle üstümü başımı silmeye çalışırken, hemen oracıkta eriyip buharlaşmayı diledim.

3.5.08

elli beş lira

çok ilginçti bu.

onuncu birasının son yudumlarını midesine indirirken, bu akşam neden sarhoş olamadığını düşünüyordu. normalde iki-üç bira içtikten sonra başı dönmeye başlayan birisi için çok ilginçti gerçekten de. hiçbir sarhoşluk belirtisi göstermiyordu. saatine baktı. üç saattir içiyordu. galiba sorun bu bardaydı, bu bara ilk defa geliyordu. tüm düşüncelerinden arınmaya çalışıp barmene döndü.

"bana bi' bira daha!"

barmene uzun süre dikkatlice baktı ve şaşırdı, yeni fark etmişti bunu: hayatında ağzına içki koymayacak bir adama benziyordu. görseniz haçtan döndüğünü düşünürdünüz. bembeyaz, kumaş bir ceket ve yine bembeyaz, kumaş bir pantolon giyinmişti ve upuzun, gri bir sakalı vardı. keldi. ellilerin sonlarında olmalıydı. kaşları çatıktı ve üç saattir tek bir kelime etmemişti.

korkmaya başladı. aslında korkmak için çok geçerli bir nedeni yoktu, ancak her şey olmaması gerektiği gibi gelişiyordu. sonra düşündü: biraya su katılmış olsaydı bunu hemen anlardı, oysaki biranın tadı çok sertti ve kaliteli bir biraya benziyordu. ancak sarhoş olamıyordu. barmene biranın markasını sormak aklına geldi ve sordu:

"bu bira hangi marka?"
"bira değil o."

şaşkınlıktan ağzındaki birayı püskürttü. "bira değil o." bira değil mi? nasıl yani? değilse ne? kendi kendine bunları sordu, sonra da barmene yöneltti aynı soruları.

"malt içeceği o. burda öyle pis, alkollü şeyler satmıyoruz."

malt içeceği mi? demek bu yüzden sarhoş olamıyordu. her şey açığa kavuşmuştu işte. barmene nefret dolu gözlerle baktı: "ama ben bira içtiğimi sanıyordum!"

"bira yok burda. şarap yerine de şekeri alınmış üzüm suyu satıyoruz. zındıklar sizi. gelip sarhoş olamıyorsunuz, olamadıkça daha fazla istiyorsunuz. biz de sizin gibi dinsiz imansızları daha kolay yoluyoruz. hadi şimdi paranı öde de defol git. on bir malt suyu içtin. elli beş lira."

artık hiçbir şeyin önemi yoktu. şoka girmişti. parayı verdi ve kendini dışarı atıp evinin yolunu tuttu.

ertesi gün kendine gelip, barmeni şikayet etmek için karakola gittiğinde öyle bir bar olmadığını söyleyen polislerle tartıştı. ardından barın olduğunu düşündüğü yere gitti ve gördü, gerçekten de yoktu öyle bir yer.

sadece kötü bir rüya gördüğünü düşündü, sonra bunu onaylamak için cüzdanını kontrol etti.

elli beş lirası eksikti.

delirmek üzereydi.

çetipot

"bunun adı güneştir kızım."

küçük kız her gün dışarı çıkıp oyun oynarken gördüğü, gökyüzünde asılı duran sarı, yuvarlak şeyin adının güneş olduğunu öğrendiğinde duraksadı. demek "güneş"ti ismi... bahçede oynadığı her gün terlemesine neden olan, sıcaklığı yüzünden canını sıkan (ve belki de yakan), görmemek için kendisinin olmadığı yerlere kaçtığı -ki böyle yerlere "gölge" dendiğini de henüz öğrenmemişti- şeyin adı güneşti demek? oysa o onun isminin hep çetipot olduğunu hayal etmişti. çetipottu işte, hep öyle kalacaktı. pis çetipot.

"naayır, çetipot!"
"çetipot mu? hahaha! çetipot değil o kızım, güneş."
"çetipoot."
"ehehehe, nerden çıktı bu çetipot be? hahah!"
"güneş mi?"
"evet kızım. güneş."

güneşti yani? güneş. çetipot değildi. güneşti adı. güneş. güneş. küçük kız bunun ne anlama geldiğini düşündü sonra. hayır, havada asılı duran şeyin değil, onun isminin güneş olmasının. daha doğrusu çetipot olmamasının. kendi istediği ismi veremeyecek miydi ona yani?

küçük kız kendisinin değil, başkalarının dünyasına gelmişti ve bu olay da, bunu öğrenmesi için sadece küçük bir başlangıçtı.

küçük kız ağladı. bu, bahçede yere düştüğü zamanki ağlayışlarına hiç benzemiyordu.